30 Mart 2012 Cuma

Demokrat Parti'nin Güç Durumu (DP) ve Merkez Sağ Siyaset

Gamze Güngörmüş Kona

Gamze Güngörmüş Kona
Demokrat Parti’nin (DP) Güç Durumu ve Merkez Sağ Siyaset
Söze gerek yok, rakamlar her şeyi ortaya koyuyor. Tarihinde 3 Cumhurbaşkanı çıkarmış, defalarca iktidar görmüş, siyasi yelpazedeki diğer tüm siyasi partileri kendi bünyesinden ve ideolojisinden doğurmuş bu denli köklü bir siyasi partinin bir süredir içinde bulunduğu durum can sıkıcı.
Yüksek Seçim Kurulu’nun verilerine göre, sadece İstanbul’daki seçmen sayısı 9.5 milyon civarında. Oysa şu anda DP’de açık olan ilçe sayısı 9, diğer ilçe yapılanmaları zaten mevcut Genel Merkez teşkilatını ve İstanbul İl teşkilatını kabul etmedikleri için ilçelerini özellikle kapalı tutuyorlar. Adını hatırlayamadığım kadar çok küçük muhalif gruplar var. İlçe Kongreleri ya sabote ediliyor ya da kocaman ilçelerde yaklaşık 40 delege ile ilçe başkanı seçiliyor. Tüm teşkilatlar 30 ya da 45 günlük atamalarla yürüyor.
Parti ne yazık ki şimdilerde camiye giderken uğrayan eski partili yaşlı amcaların, çay günlerini ilçe merkezlerinde yapmaya başlayan eski partili yaşlı kadınların, erken emekli uğraşsızların, dedikoduseverlerin, hayatta hiç bir şey olamamış ve mevcut güç boşluğundan faydalanmaya çalışanların, partinin güçlü günlerinde Parti içinde arzuladığı mevkii kapamamış siyasi harislerin mekanı olmuş durumda. Nitelikli insan sayısı yok denecek denli az, nitelikliler de bu duruma dayanamayarak kısa zamanda can havliyle Parti’den uzaklaşıyor.
Cumartesi yapılan DP Üsküdar İlçe Kongresi bunun en somut göstergesi. Üsküdar İlçe Kongresi’nde Parti’de üyeliği bulunmaya şahıs ilçe başkanı seçildi hem de Divan Başkanı’nın tüm uyarılarına rağmen, delegelerin pek çoğunun adı görevliler tarafından parti üyesi olmadıkları ve Üsküdar’da ikamet etmedikleri gerekçesiyle silindi, üye olmayan pek çokları da bir yolunu bularak yine oylarını hukuksuzca kullandılar. Yani durum Adliyelik. Öte yandan, delegelerin ve yeni yönetimin yaş ortalaması 80, hepsi haklı olarak 40 yıllık partili olduklarını sıklıkla dile getiriyorlar ama boş. DP’yi şahlandıracak kadrolar bu mudur? 46 ruhuyla geçmişi yad eden ancak fiziken elinden bir şey gelmeyen, ilçe merkezinde kadın günleri düzenleyen ve geçmişi çaylarını yudumlarken yad edenler...
Elbette, belki de son olarak DP içinde bulunduğu durumunu özetleyen şu soruyu sormak ve duygusal değil, mantıklı bir cevap vermek lazım : “Mevcut siyasi konjonktürde merkez sağda herhangi bir siyasi partiye ihtiyaç var mı?”
Bu soru bağlamda; AK Parti iktidarı bir sonuçtur. Merkez sağ siyaset hitap ettiği kitlenin arzularını siyaseten 1950’den 2000’e dek karşılamıştır. Siyaseten talebi karşılanmayan merkez sağ kitle mensubu kalmamıştır. Bu kitle siyaseten doyduktan sonra diğer bazı toplumsal ve ekonomik taleplerle sesini yükseltmeye başlamıştır. İşte bu noktada merkez sağda yer alan siyasi partiler bu merkez sağ kitlenin toplumsal ve ekonomik yeni taleplerini karşılamada yeni tarz bir siyaset geliştirmede güdük kaldı. İşte bu eski kitlenin bu yeni taleplerini karşılama vaadiyle yeni bir siyasi parti ortaya çıktı 2000’lerin başında. Bu yeni siyasi parti  hem muhafazakar hem yenilikçi olduğunu, toplumsal kesimleri kucaklayıcı olacağını, gücünü kurumlardan değil halktan alacağını ve belki de en önemlisi yeni bir imtiyazsız ekonomik sınıf yaratacağını ifade etti.
Siyasette ve toplumsal yaşamda güç boşluğuna yer yoktur, affedilmez, hemen doldurulur. Öyle de oldu; kurumlar arası çatışmalardan, banka hortumlamalarından, bir sınıfın haksız ve hadsiz bir biçimde devasa biçimde varsıllaşmasından, kötü ekonomik gidişten, “sen” “ben” “öteki” kavgasından, ötekileştirilmekten bıkmış halk düğmeye bastı, ampul yandı.         
Ak Parti iktidarı Türkiye’nin yaşaması gereken bir siyasal süreçti, yaşandı. Asıl düşündürücü olan bu denli uzun bir süre iktidarda kalan ve tam da bu nedenle hemen tüm siyasi cazibesini ve toplumsal karşılığını yitirmeye eninde sonunda yazgılı bir siyasi parti’nin bu uzun siyasi yolculuğu esnasında karşısına merkez sağda rakip bir siyasi parti yapılanması çıkmamış olmasıdır.     
Bu açıklamalardan sonra adımızı “AKP’nin hizmetlisi” olarak çıkarırlar. Bilmezler bir kez dahi oy vermediğimizi, ideolojisini paylaşmadığımızı ama yiğidi de hakkıyla gömmekten imtina ettiğimizi. Zaten sloganlarla, kalıplarla, şablonlarla, zihin zincirleriyle, ön yargılarla, ötekileştirmelerle, “bizden” “onlardan” bağırışmalarıyla bu siyasi ortama ulaşılmadı mı? Böylelerinden hiç hesap soran yok...         

27 Mart 2012 Salı

Bir İntihalci Doçent'in "Ahlak" ile İmtihanı

Gamze Güngörmüş Kona
25 mart gecesi yatmadan önce son bir kez e-posta mesajlarımı kontrol etmek için hesabıma girdiğimde bir mesaj gördüm, göndereni tanımıyordum. Ancak, mesajın içeriği şok ediciydi : "Hocam ilgimi çektiği için merak ettim. Adınızı değiştirmediniz değil mi? Sanki sizin makaleyi birisi başka yerde yayınlamış gibi. Selamlar."
Mesajın sonunda bu tanımadığım meslekdaşımın adı, soyadı, çalıştığı kurum, ana bilim dalı ve bir link vardı.
Hemen gönderilen link'e girdim, yıllardır tanıdığım akademisyen arkadaşım; 2004 yılında Turkish Review of Eurasian Studies adlı hakemli dergide yayınlanmış olan "Security Concerns of Turkey-Cold War and Post Cold War Realities" başlıklı makalemi (Obiv, ISBN 975-7341-28-2, Annual 2004(4) : 207-253); 2005 yılında aynı başlık ve kelimesi kelimesine aynı içerik ve kaynakça ile Pakistan Journal of Social Sciences 3(5) : 823-837, 2005, Grace Publications'da kendi ismiyle yayınlamıştı.
"Dürüst" hanıma bir e-posta gönderdim : "Bu ne iş!" Ertesi gün "Gamzeciğim" diye başlayan kısa bir cevap geldi : "sana ulaşmaya çok çalıştım, ulaşamadım, yanlışlık olmuş"
Arkadaşı oradan buradan soruşturdum, hakkını yememek adına, gerçekten yanlışlık olabilir mi, düşüncesiyle. 1998'den bu yana pes etmeksizin Doçentliğe başvurduğunu ancak defalarca farklı jürilerden "intihal suçu" işlediği raporlanarak Doçentliği alamadığını öğrendim. Hatta bir arkadaşım "Bilmiyor musun, Faruk hoca bir jüride diğer jüri üyelerine mektup yazarak intihal yaptığını tespit etmiş ve durumu YÖK'e bildirmiş" Bilmiyordum, ancak "Gerçek Herşeyi Kuşatır" deyişi bir kez daha haklılığını kanıtlamıştı. 9 yıl sonra dahi gerçek ortaya çıkmıştı.
Bilgi bombardımanından sonra kafamı toplamak için oturdum, düşündüm. İkili münakaşaya girmek ancak eşitler arasında mümkün olabilirdi, ahlaken dahi olsa. Dört ayrı dilekçe hazırladım, YÖK Genel Sekreterliği'ne, YÖK Hukuk Müşavirliği'ne, Üniversite Rektörlüğü'ne, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanlığı'na ve gönderdim.
İşler bittikten sonra da en son mesajı "Dürüst" hanıma gönderdim :
"Kızgın değilim sadece senin adına çok utanıyorum. Benim adım; YÖK'te, Doçentlik jürilerinde ve Üniversitem nezdinde bu şekilde dolaşıyor olsaydı kahrolurdum. Neye yarar unvan, makam ve mevkii. İnsan adı için yaşamaz mı..."
Şimdi şikayet dilekçelerime kurumlardan cevap bekliyorum. Bakalım söylenildiği gibi ahlaksızlık sıradanlaşmış mı...
Önemli Not : Nisan, 2011'de "Dürüst" hanımın "Doçent" olduğunu öğrendim.
Aslanım yurdum Doçenti, koş hangi namuslu tutabilir seni...


Ben de Geleyim...

Gamze Güngörmüş Kona
Bir dostum aradı ve dedi ki;
“Güç yönüne yalpalayanlardan,
Her dönem mutlaka bir köşe tutanlardan,
Hep “mış” gibi görünenlerden,
Dilindekini, zihnindekini menfaati uğruna dökmeyen doğuştan susturucululardan,
Bütün kifayetsiz muhterislerin yalakalıkla hiç hak etmedikleri yerlere gelmelerinden,
Namussuzlarla baş edememekten,
Dedikoducu pisliklerden,
Dalkavuklardan, yalakalardan, teşrifatçılardan,
Yaptığım hiçbir şeye inanmamaktan,
Hayalsiz ve umutsuz kalmaktan,
“Keşke”lerimin her geçen gün çoğalmasından,
Derdimi “sorumluluk” olarak değil de “delilik” olarak değerlendirenlerden,
Tüm cahil cüretkarların eninde sonunda istediklerini elde etmelerinden,
Güçsüzün hep güçlüyü ezmesinden,
En boş işle uğraşırken dahi ciddi şeyler düşünmekten,
Pozisyon kaybetmemek için herkesin üç maymunu oynamasından,
Adamcıkların adam yerine konmalarından,
Entelektüel israfından,
Sistemin hem efendilerinden hem kölelerinden,
Bir sonraki günün hep bir öncekine benzemesinden,
2 kuruşluk bilgi, bol pazarlama tekniği ile 7 ceddini ihya etmeyi başaranlardan,
Bir türlü cevap bulamadığım soruları sormaktan,
Namusum, şerefim, haysiyetim ve onurum için yaşamaktan çok sıkıldım”
Ben de dedim ki O’na;
“ya mücadele edip, devam edeceksin,
Ya pes edip, kenara çekileceksin,
Mücadeleye devam dersen bu şerefsizleri yolunda hep göreceksin,
Yok, pes edip kenara çekileceksen, bana da haber et, yalnız göndermem ben de geleyim…”

Bir Başka Suriye Analizi : Ne Babası Ne de Oğlu (!)


Gamze Güngörmüş Kona
Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkiler tarih boyunca asla ümit verici olmamıştır. Soğuk Savaş yıllarında Suriye Türkiye'yi ABD’nin Orta Doğu’daki karakolu olarak görürken, Türkiye de Suriye’nin politikasını Sovyetler’in Orta Doğu’ya ilişkin dış politikası olarak yorumluyordu. 1980’lerde, Öcalan’ın Suriye’ye kaçmasının ardından iki ülke arasındaki ilişkiler daha da kötüleşti. 
Ayrıca, Suriye’nin GAP’ı baltalama girişimleri de iki ülke arasında siyasal ve diplomatik sorunlara neden oldu. Hatta Suriye‘nin, GAP projesini baltalamak ve Fırat nehriyle ilgili taleplerini Türkiye'ye kabul ettirmek için PKK’yı kullanarak Türkiye’de iç savaş çıkarmaya çalıştığı dahi sıklıkla telaffuz edildi. Bu politikayla Suriye, Türkiye’nin güneydoğusunda bağımsız bir Kürt Devleti tehlikesi ortaya çıkması halinde Ankara’nın su sorunundaki direncinin kırılacağını düşünmekteydi.
Tüm bu sistemli hale getirilen Türkiye karşıtı politikalardan ise en fazla pratik fayda sağlayan Hafız Esad yönetimi olmuştur. Öncelikle, Hafız Esad Türkiye'ye yönelik düşmanlığını canlı tutarak otoriter rejimini sürdürmeyi başarmıştır. Unutulmamalıdır ki, Esad yönetimi altında, Büyük Suriye rüyasının olmadığı bir dış politika anlayışı mümkün değildi; ikinci olarak, bu dönemde Suriye, Türkiye-Suriye ilişkilerini problemli tutarak, Arap milliyetçiliği konusunda öncü ülke olmuştur; üçüncü olarak, Türkiye-Suriye arasındaki ilişkilerin sorunlu olmasından fayda sağlayarak Türk-Arap ilişkilerinin de soğuk olmasına neden olmuştur; dördüncü olarak, Türkiye’nin bölgesel bir güç olmasını önlemek için PKK’yı bir araç olarak kullanmıştır; beşinci olarak, Hafız Esad Türkiye’yle ilişkilerini problemli tutarak, ülke içindeki etnik ve siyasal çatışma potansiyelini ortadan kaldırmıştır; altıncı olarak, Suriye, ilişkilerini mesafeli tutarak kendini Türkiye’nin siyasal, kültürel ve ekonomik etki alanına girmekten korumayı başarmıştır, böylece Suriye, Türkiye'deki demokratik rejimden kendisini koruyabilmiştir; yedinci olarak, Türkiye ile arasındaki mevcut sorunları sıklıkla dile getiren Suriye, Yunanistan, Ermenistan ve İran tarafından destek görmüştür; bundan başka, Suriye su sorunu sayesinde bölgesel ve uluslararası düzeyde avantajlar elde etmiştir.
Ancak, Körfez Savaşı ve daha sonraki gelişmeler, iki ülkeyi diyalog kurmaya götürmüştür. Türkiye’nin tarafından baktığımızda, Suriye’nin Irak’a karşı Körfez İttifakı’nda ve Arap-İsrail Barış Sürecinde yer alması, Irak’ın toprak bütünlüğünü desteklemesi, ABD’nin Körfez bölgesiyle ilgili müdahaleci politikalarına karşı çıkması, Türkiye'yi Suriye hakkında iyi niyetli düşünmeye sevk eden olumlu gelişmeler olmuştur. Bu ümit verici gelişmelerden yola çıkarak Türkiye ve Suriye, bir Güvenlik Protokolü imzalamışlardır. Her iki devlet de terörizm ve terörist sızmalara karşı işbirliği yapacaklarını beyan etmişlerdir. Bundan başka, Türkiye, İran ve Suriye Orta Doğu bölgesindeki gelişmeler ve Kuzey Irak’ın geleceğini tartışmak üzere birkaç kez toplanmışlardır.
Ne yazık ki, bu iki ülke arasındaki ilişkiler 1990’ların ikinci yarısında yeniden bozulmuştur. Türk Dışişleri Bakanlığı’nın Suriye’ye 23 Ocak 1996’da verdiği notada Türkiye, Suriye’yi şu hususlarda uyarmıştır: Suriye, su soruna ilişkin kendi lehine bir çözümü Türkiye'ye empoze etmek için ayrılıkçı PKK hareketini kullanmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’nin kayıplarının baş sorumlusu, PKK’yı ve liderini topraklarında barındıran ve destek veren Suriye’dir; Birleşmiş Milletler Yasası’nın 2/4 maddesine göre Suriye, bu hareketiyle Türkiye'nin toprak bütünlüğüne ve siyasal özgürlüğüne karşı kuvvet kullanmıştır...; Suriye PKK’nın tüm faaliyetlerini derhal durdurmalı, suçluları yargılamalı ve yardımcılarıyla birlikte Abdullah Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etmelidir; Türkiye, PKK’nın faaliyetleri nedeniyle uğradığı zararlar nedeniyle Suriye’den tazminat isteme hakkını saklı tutar; PKK ve Öcalan'ı barındırdığı sürece Türkiye, Suriye'ye karşı her türlü önleme başvurma hakkına sahiptir. Türkiye, bu hakkını uygun gördüğü zamanda kullanacaktır...
Çeşitli girişimlere rağmen Suriye PKK’yı desteklemekten vazgeçmemiş ve 1999 Eylül’ünde, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Türk hükümeti adına şu açıklamayı yapmıştır: “Türkiye, Suriye ile iyi ilişkiler konusunda elinden gelen çabayı gösterdi. Suriye, Türkiye'nin 1983 yılından beri mücadele ettiği PKK sorununun temel kaynağıdır. Türkiye, Suriye’nin bu tutumuna cevap verebilecek güçtedir. Türkiye eğer Suriye’den beklediği karşılığı almazsa her türlü tedbiri almaya hak kazanacaktır”. Bu uyarının ardından Öcalan Suriye’yi terk etmek zorunda kalmıştır.
Bu özetten de anlaşılacağı üzere Türkiye-Suriye ilişkileri hemen her dönem krizlere gebe olmuştur. Ancak, içinde bulunduğumuz süreçte yüzleşilen kriz bu güne dek yaşanan tüm krizlerin niteliğinden farklıdır. Türkiye; özgürlük, değişim, sosyal adalet ve demokrasi gibi taleplerle başkaldıran halka karşı Beşar Esad yönetiminin hukuk dışı bastırma girişimlerini eleştirmiş hatta Esad hükümeti politikası sonucunda karşılaşılacak tüm sonları kendi iç meselesi olarak kabul edeceğini ilan etmiştir.
Bu bağlamda, mevcut süreçte Suriye meselesi; ister Amerika’nın İran’ı Orta Doğu’da yalnızlaştırarak, İsrail karşısında direncini kısmen de olsa törpülemek için başlattığı bir girişimin sonucu olsun, ister tüm Orta Doğu’yu siyasi ve ekonomik nüfuz alanları bağlamında yeniden düzenleme planlarının bir parçası olsun, ister Türkiye’nin bu süreci destekler tavrının bir neticesi olsun, tüm bu rezervlerimize rağmen, bu güne dek Suriye ile yaşadığımız tüm siyasi krizler hatırlandığında; hükümetin Suriye’ye yönelik keskin tavrını bu olumsuz tarihsel süreç dikkate alınmadan, hatırlanmadan eleştirmek pek de hakkaniyetli olmasa gerek.

Tam da Terörünüz “Özgürlük Hareketi”, Teröristleriniz “Özgürlük Savaşçısı”, Örgüt başınız “Biji Serok Apo” Olmuştu, Peki Şimdi Ne Olacak…


Gamze Güngörmüş Kona
Bu satırların temel amacı; PKK’nın, Öcalan’ın, BDP’nin, Kürtseverlerin, Öcalanseverlerin, ileri demokratların istediği ve hatta dayattığı biçimde bağımsız kürt bölgesi, seçilmiş kürt bürokratlarla özerk yönetim, bölgesel bir kürt parlamentosu, remi kürt dili, kürt nüfus cüzdanı gibi unsurların Türkiye Cumhuriyeti hükümeti tarafından hayata geçirilmesine dair “olmazsa olmaz” tavrı bir kez daha vurgulamak; bu tavır ve talepler karşısında ise hükümetin kendi “olmazsa olmaz”larını korumaya devam etmedeki haklı duruşunu izah etmek; hal böyleyken de sorunun çözüme kavuşmasının daha uzunca bir süre hayal olarak kalacağını ifade etmektir.
Önce şunu kabul etmek lazım, Kürdün sorunu iş ve aş bulamamaktan ötedir, hatta bu iş ve aş bulamamayı sorun olarak dahi kabul etmez, o’nun için temel sorun siyasal ve kültüreldir. Siyasallaşmamış Kürt tanımadım bugüne dek. Her bir Kürdün, istisnalar olmakla birlikte, özgürlüğe dair, toprağa dair, dile dair, yönetime dair, dağa dair meselesi merkezdedir, diğer tüm meseleler teferruattır. Kürdün bir sorunu varsa o da özerk bölge yaratamadığı içindir, bayrağını dikemediği içindir, kendi bölgesel yöneticisini kendisi seçemediği içindir, dilini kullanamadığı içindir, fazla güvenlik merkezli-merkezi bir devlet gördüğü içindir, kendisini Kürt olarak tanımlamak ve tanıtmaktan ürktüğü içindir, sokaklarında devamlı panzerler dolaştığı içindir, her fırsatta Atatürk karşısına çıktığı içindir, her yerde Türk askeri gördüğü içindir, her sokağına Türk bağımsızlık hareketini çağrıştıran isimler verildiği içindir, TC nüfus cüzdanı taşıdığı içindir.
“Kürt sorunu vardır ama bu sorun PKK meselesi ile kesinlikle bir tutulamaz” demek; “Her Kürt PKK’lı değildir” anlamı taşımaz. Elbette “her Kürt PKK’lıdır” demek, korkudan denmese bile zihin ardında böyle düşünmek çok marjinal bir gruba ancak mal edilebilir. Ancak, şunu unutmamak lazımdır ve hatta bu hususu çözüm aşamasında temel nokta olarak kabul etmek gerekmektedir; her bir Kürt, PKK’nın şu ya da bu faaliyetinde kendi siyasal ve kültürel emelllerinden en az birini realize ettiğini düşünmekte ve buna gönülden inanmaktadır. Tam da bu nedenle, BDP’den öte PKK hemen her bir Kürdün siyasal zafere ulaşmada temel aracıdır. O olmadan, onların özgürlük hareketi yarım kalır. Böylelikle, hemen her Kürt PKK’yı kendi geleceği ile özdeşleştirmiş ya da daha doğru bir ifadeyle PKK’yı kendi geleceğini yapılandırma sürecinde araçsallaştırmıştır.
Önce bunu içselleştirmek lazımdır. Bu realiteyi kanıksadıktan sonra ise meselenin kilit noktası şu olmalıdır; meşru siyasal hükümet ve hükümetin temel aygıtları, çözümü PKK’nin talep ettiği gibi tüm bu taleplere cevap verebilecek esneklikte bir stratejik hamle ile mi göğüslemeye hazırdır, yoksa toplumun büyük bir kesiminin dile getirdiği gibi “ortak vatan”, “resmi dil”, “merkezi yönetim”, “ulus devlet” gibi kırmızı çizgilere dokunulmadan mı çözüm bulmaya mi devam edecektir?
Açılım sürecinin tıkanması da bu nedenledir. Hükümet gayet iyi niyetle başlatmış olduğu süreci; mesele kırmızı çizgilere geldiğinde durdurmuştur. Haklı olarak bu çizgileri aşarak karşı tarafı tatmin etme yoluna gitmemiştir, ileride belirecek olası tepkileri ve geri dönülemez yolları karşılayamayacağı için. Ancak, hükümet ve aygıtları açılım sürecinde şunu düşünememişti; zaten muhatap olarak aldığı tarafın asıl ve nihai amacı, çözümü ancak bu kırmızı çizgileri kaldırarak mümkün kılmaktı. Yani özerk bir kürt devleti, bağımsız ya da usulen merkeze bağlı bölgesel yönetim, kendi parlamentosu, kendi bayrağı ve kendisinin seçtiği bölgesel yöneticiler ve siyasallaşmış bir Öcalan.
Şimdi; terör yandaşları, Kürtçüler, PKK militanları, Kürtsever liberaller, ileri demokratlar, Öcalanseverler ve BDP’liler kendilerini kısa bir süreliğine de olsa hükümetin yerine koysunlar ve saf değiştirsinler. Onlar hükümetin yerinde olsalar çözüm için ne yaparlardı? Binlerce şehit vermiş bu toplum Öcalan’ın salıverilmesine, siyasallaşmasına, PKK’nın siyasi bir parti olarak kurumsallaşmasına ve legalize edilmesine, dağdan inenlerin affedilmesine, özerk bir kürt bölgesine, iki dilli bir Türkiye’ye “olur” verir miydi? Hükümet verse dahi bu toplum bu hükümeti affeder miydi…
Hayal bile edilemeyenler hükümetin iki açılım hamlesiyle ete kemiğe büründü. Kürtçe kasetlerin yasak olduğu, “kürt” demenin hatta kürt olmanın suç görüldüğü, faili meçhullerin gayet sıradan kabul edildiği, bazı işkence odalarında kaka yedirildiği, kürt olan herkesin PKK yandaşı olarak bilindiği, şüpheli görülen herkesin ya ortadan kaldırıldığı ya da köy meydanında çırılçıplak soydurularak ifadesinin alındığı günlerden bu günlere varmıştık. Artık; Teröristlere “özgürlük savaşçısı”, PKK terörüne “özgürlük hareketi”, PKK destekçilerine “özgürlükçüler”, terör örgütü başındakine “biji serok Apo”, bu vatan uğruna şehit olan Mehmetlere “öldürüldü” denmeye başlanmıştı, hatta bizler bile buna yavaş yavaş alışmaya başlamıştık.
Şimdi yine şeridi başa mı saralım, canına ot tıkayan güvenlik devleti mi yoksa “ileri demokrasi” diye tutturan bu hükümet mi? Karar senin, aynen geleceğin senin olduğu gibi…

İstiyorum…


Gamze Güngörmüş Kona
Bir çocuk daha doğurup, onu elimde mama tası, aşağıdaki parkta, komşu teyzeleriyle dedikodu yapa yapa büyütmek istiyorum,
Hafta sonları kocamın kendi göz zevki için bana aldığı topuklu ayakkabılarımı, lame taytımı, mümküm olduğu kadar vücuduma yapışan leopar desenli bluzumu giyip, yine bunları alan kocamın koluna girip haftalık market alış-verişi yapmak istiyorum,
Çaydanlığı kapan komşumu sabah kavaltısında, bahçemde ağırlamak istiyorum,
Eşim dostum evine ne almış görmek, bende eksik kalmasın diye ben de almak istiyorum,
İtalya’dan mermer getirip evimi döşemek istiyorum,
Kocamın “çokalb…köde” cins kredi kartını aynı limitle bana da çıkarmasını istiyorum,
Bodrum güneşi altında denize sıfır loca kapatıp, Serhat Eziyet şarkılarıyla arkadaşlarımla birlikte popomu sallamak, yorulunca tanesi 15tl’ye Kanma Şişeye sodasından içmek istiyorum,
Gecekondu büyüklüğündeki “Geçgördümtamgördüm” marka jeep alıp, gittiğim yerlerde kapıda karşılanmak, Soyuldum’da sahneye sıfır özel masama oturup, çıkarken etrafımda pervane olan garsonlara 500tl bahşiş bırakmak istiyorum,
Hiç olmazsa bir sosyetik gurupla umreye gidip, dönüşte 30 yıllığına bilmem kaç milyon dolara kiraladığım lüks Zemzem(im) Towers’daki Tavaf manzaralı dairemi daha az sosyetik arkadaşlarıma ballandıra ballandıra anlatmak istiyorum,
Baby show’lara katılmak istiyorum,
Sosyetik bebek mevlütlerine gitmek istiyorum,
Deli fiyata, “Fukaralarcatlasin” adlı havalı mekanlarda düzenlenen kına gecelerinde göbek atmak isitiyorum,
Face’te çiftlik kurmak, twitter’da en çok izlenen olmak istiyorum,
“Yaza Hayhay”, “Kışa Nanay” partileri vermek istiyorum,
Yemeklerimi en janti yerlerde yemek, giyim alış-verişlerimi bir T-shirt’ün 400tl’ye satıldığı “Yermisinyemezmisin” gibi mağazalarda yapmak istiyorum,
Yamaç’ı son zamanların en rövaşta mekanı Kiciminkenarı’nda evlendirmek, gelini Popomkalkti’ya balayına göndermek istiyorum,
Popoma giydiğim donun bir asgari ücrete tekabül etmesini istiyorum,
Yetimin, öksüzün, fukaranın biçareliğinden savunamadığı hakkını her fırsatta gasp etmek istiyorum,
Her çocuk esirgeme kurumu’na ait çocuk yuvasının önünden geçtiğimde “Allahtan benim oğlan buralara düşmedi”, her Huzurevi’nin tabelasını gördüğümde “Aman neler var, Allahtan anam yanımda” diye iç geçirerek, sadece kendimden olanları sarıp sarmalamak istiyorum,
Başım otorite yönünde hep hallice eğri olsun istiyorum,
Eyyamcılığı, dalkavukluğu, teşrifatçılığı öğrenmek istiyorum,
Tek gözümü kataraktlamak, tek kulağımı kireçlemek ve dilimi eğeletmek istiyorum,
Hep menfaat sağlayacak adamlarla tozmak istiyorum,
Veeeeeeeeee
PKK’yı Kızıl Maske,
adaletsizi Bodrum’da bir Koy,
namussuzu bir magazin dergisi,
yoksulu şık bir mekan,
kaldırım köpeğini bir AVM,
Suriye’yi bir Medine hurması çeşidi,
Bartolomeo’yu Dolce & Gabbana’nın İstanbul’daki şubesi,
Kocası tarafından momartılan Fatma hanımı bir Tur operatörü,
Ergenekon’u kocamın sınıfına mensup bir kalantor arkadaşı,
Silivri’yi yeni ve şık bir kır düğünü mekanı,
Yeşil Kart’ı kırmızı pasaport,
Olarak bilmek ve böyle yaşamak istiyorum,
az dertli, az kafası karışık, az endişeli ve az hüzünlü…

Bir “Etki-Tepki Serüveni” Olarak Türk Siyasi Tarihi

Gamze Güngörmüş Kona
Atatürk’ün bu topluma önerdiği ve kabul ettirmeye çalıştığı; Batı tarzı bir yaşam pratiği, siyaset uygulaması ve toplum yapısı idi.
Yıllarca süren Tek Parti iktidarının bu topluma önerdiği hatta dikte ettirdiği; Atatürk’ün oturtmaya çalıştığı tüm değerlerin toplumun başkaca hiçbir değeri ve özü yokmuşçasına jakoben tarzda uygulanması idi.
DP iktidarının yaptığı ise tüm Atatürk ve Tek parti döneminin rövanşını alırcasına toplumu dinine, özüne döndürmek, siyaseti horlanan köylüler vasıtasıyla icra etmek oldu. Sonra, asker amcalar kızdılar ve İnönücülerin desteği ile üç kez başa gelmiş DP iktidarını alaşağı ettiler ve hatta süründürüp, öldürdüler.
1965’te Süleyman bey geldi, Partisi bünyesinde yer alan milliyetçi-muhafazakar kanadın desteğini çekmesiyle 6 yıllık iktidarını sonlandırdı ve 1960 darbesiyle DP iktidarına ve muhaliflere çektirdikleri ile o dönem çok eleştirilen askerler bu kez yine intikam alırcasına Süleyman beyi de bir muhtıra ile gönderdiler, o da şapkasını alıp gitti.
1970’li yıllar harala gürele geçti zaten.
1980 bir geldi pir geldi; “sansür, işkence, fişleme, fikir suçları, inanç suçları, baskı, şiddet, imam hatipler, dindarlar, solcular, ülkücüler sağcılar” toplumun hemen tüm katmanlarıyla oynandı, tüm düşünce ve yaşam biçimleri yeraltına indi korkudan, zulüme maruz kalmamak için.
Sonra tüm bu döneme inat; askeri birliği şortla denetleyen, misafirlerini Çankaya Köşkü yerine Okluk Koyu’nda ağırlayan, ısrarcı Genelkurmay Başkanı’nı istifa ettiren, Barzani’ye kırmızı pasaport veren, ilk kez Kürt sorunundan ve Kürtlerin özerkliğinden bahseden bir Cumhurbaşkanı gördü bu toplum, karşılığını da fazlasıyla buldu.
Belki de yine etkiye tepki olarak; Özal sonrası dönemde; o dönemin tüm sivil, demokratik, asker-umursamaz, Kürtsever, demokrat öğretilerine inat; onlarca/yüzlerce faili meçhul, post modern bir darbe, asker-sivil otorite paylaşımı, envai çeşit hukuksuzluk, terörle mücadele adına köy boşaltma, işkence, derin devlet yapılanması gibi tamamen faşizan, militarist, anti-demokratik uygulamalara şahit oldu yine aynı toplum.
Şimdilerde ise önceki dönemlerde dinini baskılayan, korkudan düşüncesini hep zihninin içine hapsetmek zorunda kalan, işkence gören, kendisine kart kurt denen, kısaca bu Cumhuriyetin onca yıllık serüveninde yaşananlar kendisine ne denli olumsuz olarak dönmüş kesim varsa, mevcut iktidarın uygulamaları ile rövanş alma çabası içinde yani maruz kaldıkları siyasal-sosyal-toplumsal ve ideolojik ne kadar etki varsa tepki olarak aynı alanlardan muzdarip iktidarın uygulamaları ile bütünleştiriyor kendisini.
Tüm bu nedenlerle; ben şahsen Tarikat ve cemaatlerin birer Sivil Toplum Kuruluşu olarak kabullenilmesini, Tarikat ve cemaat mensuplarının sivil ve askeri bürokraside en tepelere ulaşmasını, Askerlerin hizaya sokulmasına, Sivil iradenin tüm iradelerin efendisi olmasını, Orduevlerinin halka açılmasını, Kur’an kurslarının denetimsiz çoğalmasını, İmam Hatiplerin sayısının artmasını, Televizyonlarda mütedeyyinlerin çoğalmasını, Taytlı kanocuların pataklanmasını, Şortlu kadınların tacize uğramasını, Oruç tutmayanların tutar hallerini, Sermaye sınıfının ve sermayedarların tümüyle ve sadece ideolojik nedenlerle değişmesini, Aynı değişimin medya ve yargı ayaklarında da yaşanmasını; bunların pekçoğuna alışmayı zul kabul edenlerin aksine; yaşanması gereken bir geçiş süreci olarak kabul ediyor ve olanlara zerre kadar şaşırmıyorum.
Çünkü, tüm bu olanları; uzunca bir dönem halka zorla dikte ettirilmeye çalışılan değerlerin kendilerine uygun uluslar arası ve ulusal ortam bulduklarında, aksi istikamette belirmesinin bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Bu dönem uygulamaları, tüm muhaliflerine ve muhalefete rağmen toplumsal desteği arkasına güçlü bir rüzgar olarak aldığı için daha da güçlenerek devam edecektir.
Sonuç : Acılar rövanş duygusuyla tümüyle yıkanana kadar bu haklı iktidar bu haklı saltanatını sürecek. Ya sonra? Başka acıların çocukları gelecek, onlar da acılarını temizlemek için zamanında kendisine bu acıları yaşatanlara acı çektirecek. Ta ki acıları kaşımak yerine sarıp sarmalamayı öğrenene dek.

Tartışma Programlarının Yeni Efendileri – Hem Fatih Hem Nişantaşı Çocukları

Gamze Güngörmüş Kona
Metin Lokumcu öldü, Başbakan ile bir röportajında “ama öldü efendim” diyen program yapımcısı akrabasının önce “Yazı İşleri” sonra da “Basın Odası” programı yayından kaldırıldı, artık NTV’de değil. Benim için tüm zamanların –zorlamadan, tamamen doğumsal- en şuh esmer kadını tepkilerden korktu ve Leyla Zana’yı programa alamadı, programına konuk olan Vedat Türkali’nin söylediklerinden dolayı ise “ne olacak acaba” diye kara kara düşündü sonra da NTV’de kapı önüne kondu. Yılların güncel konulara hakim programcısı bir gazetenin “Yazıcıoğlu’nun helikopterini düşürdü” haberi üzerine artık ekmeğini şık motosikletlerin üstünde dolanarak çıkarıyor, detaya girmeden “iradesi dışında kulvar değiştirdi” diyelim. Has GS’li, Boğaziçili hanım programcı zaten kanalın genel yayın yönetmeni “geç James Dean” kıvamında, jöleli çocukla tutuştuğu “fikir münakaşası(!)”nın ardından 1 senedir işsiz, twitter kraliçesi olmuş. Yaşadığı antropoz döneminin ardından yaklaşık bin yıl geçmiş olmasına rağmen halen kadın - petrus ve seks üçlemesinden bedeninini kurtaramamış İzmirli adam şimdilerde bir kanalda, yetenek yarışması programında jüri üyeliği yapıyor. yılların Radikal Ankara temsilcisi, bir internet gazetesinde kendine zor yer bulmuş. Yine bir gazetenin kadın-arzu-şehvet üçlemesiyle bozmuş geç antropoz eski genel ayın yönetmeni şimdilerde bir kanalın magazin programında “pampiş” nedir, onu tarışıyor. Kısaca, bi 50 yıllık emektar Hasan Pulur amca kaldı yerinde belki onu da oynatırsak ölür falan diye düşünüyorlardır.
Şimdi artık tartışma programlarında kimler var; minibüs muavini kılıklı, mahalle delikanlısı kıvamında arsız adamlar, evde devamlı güllaç açtığı izlenimi uyandıran genç kadınlar, yıllarca bir gazetenin magazin eki’nde magazin yazan şimdilerde ise en kallavi tartışma programlarından birini hazırlayan fakat magazin yazarlığı görüntüsünden hiçbir şey kaybetmemiş sarışınlar, gariban bir muhitte muhafazakar bir orta sınıf aileye doğup, yetişip, şimdilerde ise şöhret sayesinde atladığı sınıfın nimeti olarak bin bir güzel kadınla Nişantaşı cafelerinde gönül eyleyen muhafazakar görünümünü kaybetmemiş ama isminin baş harflerinin işlendiği koldüğmelerini takmayı mensup olmaya çalıştığı sınıfın gözle görünür bir sembolü olarak yorumlayan orta yaşlılar, “bir gün bu baş örtümle yaşadığım tüm zulümlerin rövanşını alacağım” inancıyla tüm biriktirdiklerini şimdilerde tv’de program yapma, gazetede köşe alma ya da olma şansı bulduğunda, bir bir kusan baş örtülü genç kızlar, hallice felsefe ve sosyoloji okuduğu belli inananlar, son nefesini verirken dahi “12 Eylülcü generaller yargılansın”, “şu post-modern darbe metni Genel kurmay web sayfasından kaldırılsın” cümleleri ağızlarından dökülecek olan tam zamanlı programcılar yarı zamanlı akademisyenler, Diyarbakır cezaevi işkencelerinden geçmişlerin hınçlı oğlanları, 1402’likler, “irticai faaliyet yürttükleri zannıyla” ordudan YAŞ kararlarıyla atılan eski TSK mensupları, üniversiteye girmeye hak kazanmış fakat başörtüsü nedeniyle eğitimini tamamlayamamış kızlar, genç siviller, yeni tarz liboşlar (eski solculardan liboşlaşmış olanlar, eski solculuklarını muhafaza edenler şimdilerde demokrasinin önünde en büyük engel olarak telakki ediliyor, biliyorsunz), “ileri demokrasi” tutkun ve tutukluları, envai çeşit saltanat kayığı yalakaları, CHP’ye düşmanlar, MHP’ye gıcık olanlar, Filistin davasında Yahudilere karşı poşu takıp dağlarda savaşan eski solcular, askerleri mümkünse kurumsal alarak ve tümüyle ortadan kaldırmak isteyen asker sevmeyenler, cemaatin iyi eğitimli, akıllı çocukları. Araya bir duygusal gazeteci, bir kızgın paşa ve bir dinazor akademisyen attırıverdiler mi, ne şenlikli oluyor, hele bir de öfkesine hakim olamayan gazeteciye iki küfür, kızgın ama duygulu paşaya 2 şiir ve dinazor akademisyene de bir çemkirme serpiştirdiler mi tamadır. Kim bu kadar reyting alabildi bu güne dek söyleyin, şov programlarında parayla tutulup ortalığı karıştıran adamların haricinde. Bu beğenmediğiniz yeni TV efendileri başardı, bu minibüs muavini kılıklı adamlar, bu inançlı sosyologlar, asker sevmeyenler, bu yeni ayrıcalıklı zümre…
Neden bu kadar huysuzlandık anlamadım gitti. Benim hatırladığım bu güne dek her saltanatı süren o saltanat kayığında hep yalakalarını bulmuştu. Mesela Özal’ın devamlı yanında taşıdığı biri vardı, özellikle uzun seyahatlerinde bu adamı hep yanında götürürdü kendisine hikayeler masallar anlatsın diye. Sonra Papatyalar neciydı, masum bir 5 çayı gurubu mu? Gazetelerin ve televizyonların uygun bulunmayan bir haber ve yayın neticesinde genel yayın yönetmenlerinin kulakları çekilmez miydi? Ya da bunlar bir telefonla tarafından kaydırılmaz mıydı?, Erke dönengeci tanıtımında kimler vardı hatırlayın. Bazı devlet üniversitesi rektörleri üniversitenin parasıyla öğle yemeklerinde silme paşaları ağırlarlardı. Makamlarda laf çıkar buralarda çıkmaz düşüncesiyle, bazı orduevlerine gazete sahipleri ya da baş kalemleri çağırılıp, manşet attırılırdı. Bazı vakıf üniversiteleri mütevelli heyetlerine YÖK’teki işlerini halletmek için emekli ama o dönemlerde halen kudretli paşaları alırdı. Hatta bazı vakıf üniversiteleri YÖK’teki tüm kuruluş prosedürünü darmaduman ederek eski ama o dönem halen kudretli cumhurbaşkanı sayesinde bir gecede kurulmuştu. Bazı gazeteciler takır takır andıçlanmıştı, bir paşanın bir kartvizitinin açmayacağı kapı yoktu falan filan.
Eleştiri yaparken de adalet lazım. Sen o dönem omurgasızlığın sayesinde bulduğun her delikten başını çıkarıp, nemalandın, şimdi o kafanı çıkardığın deliğe kafan dışarıdayken bu iktidar beton boca etti neman kesildi diye mi bu adamları eleştiriyorsun yoksa senin ayrıcalıklı zümreni darmadağan ettiler, bu arada sen de yerle yeksan oldun ve seni dahil etmedikleri kendi ayrıcalıklı zümrelerini yarattılar ve sen de karşıdan yalanarak bakıyorsun ondan mı… Şimdi otur bekle sıranı, bunlar gitsin de “seninkiler” gelsin, sen de yine baş köşelere kurul, malı götür, millet yalansın, sen ve senin zevat semirdikçe semirin…

Rahatsız Hanım İK Pazar


Gamze Güngörmüş Kona
Açık Bulunan Muhalefet Partisi (Ana ve Tali) Lider Pozisyonu İçin Aşağıda Belirtilen Niteliklere Haiz Adaylar Aranmaktadır :
Liderlik vasfı taşıyan (birilerinin dediği gibi uzun boylu, clark bakışlı falan değil)
Yol arkadaşlarını satmayan, siyaseti hep bilinenin ve düşünülenin aksine “vefa” duygusu üzerine temellendiren (sonra bi gün seni de satıverirler)
Teşkilatına hakim olan (sonra bi gün o teşkilatlar darbe yapıverirler sana)
Genel seçim öncesi oy alayım diye emeği geçen teşkilat mensupları yerine partinin adını dahi zor telaffuz edebilen adamları/kadınları bimem ne adayı göstermeyen
“Ben muhalefet partisi lideri olarak ölmek istiyorum, inan olsun iktidarda gözüm yok” demeyen (iktidardayken ölürsen daha janjanlı törenin olur, bir düşün…)
Sağcıysa cami, solcuysa heykel dikmeyen (sonra bir gelen birini yıktırıp, ötekine tükürüyor)
Kendisinin ve kurmaylarının uçkuruna sahip olan (zor fakat oy için denemeye değer)
Sadece sahilden, dağdan, gölden, mağaradan değil, her taşın altından oy çıkarmak için çabalayan
Ne Atatürk’ü ne de Kur’an’ı ezberletme telaşında olmayan (bırak isteyen öğrensin)
Şortla da başörtüsüyle de uğraşmayan (bırak isteyen giysin/taksın)
Öç alma, defterleri dürme saplantısı taşımayan (ya da bu türden saplantısı olduğunu bilen ve kabul eden fakat tedaviye açık)
İnananı da inanmayanı da, müslimi de gayri müslimi de insan olduğu için eşit oranda kıymetlendiren
Askere postal, inanana seccade olmayan
“Bizden” ve “Onlardan” ayırımı yapmayan
Her kesimin eleştirisini dikkate alıp, gereğini yapan
Kadınları en azından ana oldukları için daha bir değerli kabul eden
“Biraz da biz götürelim” hırsı taşımayan
Özgür basın ve tarafsız yargının mutlaka bir gün kendisine de lazım geleceğine inanan
Hırsızların, soysuzların, namussuzların canına okuyan; namusluları, iyileri kutsayan (“a few good men”)
Rakı masalarında ya da otağlarda ya da karargahlarda ve ya da dağlarda Türkiye’yi yeniden şekillendirme planları yapmayan
Zihni , ayrıcalıklı zümre yaratma hezeyanlarıyla dolu olmayan
“Haydi hanımlar eve, kocalarınızın dibine” diyenleri hadım edecek
Bir daha “Benim memurum işini bilir”, “Anayasayı bir kere delmekle bi şiy olmaz” diyecek olanın dilini koparacak
Doğu’yu ağababalarından ve ağalardan temizleyecek
Sadece yandaşlarının ekonomik, sosyal ve siyasi hayatlarını hak etmedikleri ölçüde kolaylaştırmayacak ve zenginleştirmeyecek
Hayvan barınaklarını 5 yıldızlı otele dönüştürecek (“ulan insanlar bitti şimdi de itlermi?” diye köpük çıkaranları buralara tıkacak)
Çocuk Esirgeme Kurumları’na ve Kadın Sığınma Evleri’ne Bakan’ını baktıran değil, kendisi bizzat bakacak
Mümkün olduğu kadar az sayıda maaşlı yalaka-goygoycu istihdam edecek
Liderler aranıyor.
Yaş sınırlaması yoktur, ama ortalarda adam yokmuş gibi döne döne aynı koltuklara oturan 1000 yaşında reenkarne olmuş fakat yine aynı koltuklara kurulmak isteyen adamlar yerine genç ve akıllı adam ve kadınlar tercih edilecektir.
Başvuru Kodu : Ref MPL
Son Başvuru Tarihi : Bulunana Kadar
İlgilenen adaylar : artikyeter@ikmail.com adresine ya da 0122 999 88 77 no’lu faksa resimsiz özgeçmişlerini gönderebilirler. Hayalkırıklığına uğramamak ve dumur durumu yaşamamak için şahsen başvurular kabul edilmeyecektir.

Ramazan Günahları, Sözde Mütedeyyinler ve Bir Başka Dindarlık…

Gamze Güngörmüş Kona
Azami süratle onlarca kulun emeğini sömürmeyeceksin, hakkına tecavüz etmeyeceksin, çalıp-çırpmayacaksın, elalemin karısına kızına sarkmayacaksın,
Halk sıradan çay bahçelerinde 1 bardak çayı 5 kuruşa içerken sen kapattığın en güzel arazilerin içine kondurduğun süper lüks orduevlerinde seninkilere çayı 1 kuruşa içirmeyeceksin, millet kokuşmuş pansiyon-otel odalarına geceliğine 5 kuruş öderken sen süper lüks odaları seninkilere 1 kuruşa vermeyeceksin, ben mahallele berberinde 5 kuruşa saçımı kestirir-boyatırken sen o seninkilerin hanımlarının saçlarını 1 kuruşa hallettirmeyeceksin ve sen seninkilere yaşamı bu denli ucuza getirdiğin halde ben 20 sene sonra emekli olduğumda 1 kuruş alırken seninkiler 5 kuruş emekli ikramiyesi ve aylığı almayacak,
Yediğini içtiğini bedavaya getirebilmek için, yaptığın “lezzet şehvetleri” türündün asortik programların pazarlama gücüne dayanarak, daha çatal ağzına ulaşmadan “aman buralara geldiğinizde mutlaka buraya uğrayın, bu limonlu kabaktan(!) tatmadan geçmeyin” demeyeceksin,
Garibanın yanına zor katık bulduğu ekmeğin gramajınla oynamayacaksın,
Peynire, kaşara, sucuğa, salama, bebe mamasına olmayacak şeyler koymayacaksın,
O egosu şişik köşelerinizden, daha daha bedavadan kalmak için bilmem kaç çeşit otelin teşrifatçılığını yapmayacaksın, sadece gazetecilik yapacaksın,
Uyduruktan bahanelerle rapor alıp, kaytararak işinden çalmayacaksın,
Haksızca kendini yeşil karta bağlatıp benim, anamın, babamın vergilerini sömürmeyeceksin,
Deprem evlerinde popo büyüterek, aldığın evi kiraya verip, bilmem kaç para haksız kazanç sağlamayacaksın,
Tonlarca para kazanıp vergi fukarası olmayacaksın,
Sigortasız çalıştırdığın garibanın hakkını yemeyeceksin,
Devasa fabrikanın dumanını-atığını elalemin ortasına salmayacaksın,
Devasa avantalar aldığın ilaç firmalarının ilaçlarını hastalarına peşkeş çekip, ölümlerine neden olmayacaksın,
Muayenehanene abone ettiğin hastalarına ayrı bir ayar çekmeyeceksin,
Bir yaptığın kaldırımı, bir döktüğün asfaltı müteahhit arkadaşların defalarca kazansın diye 10 kere 100 kere söktürüp yeniden yaptırmayacaksın,
Canım dereleri kurutana kadar bilmem kaç yüz bin dolara satacağın evlerin inşaat molozlarını üç kuruş para vermemek için kenar kuytuya döktürmeyeceksin,
Çimentodan, demirden çala çala beşik sallantısında insanların tepelerine binaları yıktırmayacaksın,
“zaten bunlarda para gani” diye bir küçük suyu 1 kg. tavuk parasına satmayacaksın,
Allahın evinde secdeye verdiğinde başını ayaklarının kokusu arkanda oturanın hayatına kastetmeyecek,
Milletin rızkını gasp ederek eline, dedikodu yaparak diline, elin karısına, bacısına, kızına sarkarak beline hakim olmamazlık etmeyeceksin,
Cehaletinle elalemin arabasının üstüne uçup, canını almayacaksın,
Milyon dolarlık ihalelerden avanta almayacaksın,
İş takibinden kendini maaşa bağlamayacaksın,
Bir ensesi kalının hiçbir zaman hiçbir şey danışmadığı danışman ordusu mensubu olup, beleşten bankamatiğe bağlamayacaksın kendini,
Nemalanmak için kimsenin goygoyculuğunu yapmayacaksın,
Yaz sıcağında hayvancıkların hararetini kessin diye bir avuç vicdan sahibi tarafından konan su kabını serseriliğinden bir tekmeyle savurmayacaksın, kuyruklarını-kulaklarını ezikliğini bastırmak için kesmeyeceksin, popolarına ipli teneke bağlayıp adi eğlence mezen yapmayacaksın,
Kallavi koltuğundan emekli olduktan sonra sana iş bağlatmak içinbilmem kaç bin dolara şirketinde “yönetim kurulu üyeliği” payesi veren boynu katmanlıların uşaklığını yapmayacaksın,
Bir arabaya, bir eve, bir yemeğe, bir çaputa tonlarca para yatırmayacaksın, o tatminsiz-sefil egonu palazlamak için,
O bilmem kaç katlı villanı metrelerce yükseklikte duvarlarla çevirmeyeceksin, hiç duymadığın, duyduğunda da kendin gibi bir ağababası zannedeceğin Bismarck’ın “….sadece sosis imalatı ve siyaset seffaf yapılmaz…” deyişini kafana kazıyarak,
Hiçbir kula kulluk etmeyeceksin,
Sesin namussuzlardan hep daha gür çıkacak,
Haksızlıkları kim yapıyor olursa olsun hep haykıracaksın, üç maymunu oynamak yerine,
Ve her Cuma ve her Ramazan tüm günahlarından sıyrılabilmek için 5 namaz, 30 oruç, bir zekata can atmayacaksın.
Diyeceksin “sen necisin, tertemiz misin?!”
Ben de sana son söz olarak diyeceğim ki :
Hep ve sadece vicdanının sesini dinleyeceksin, hem kimselere sesini duyuramadığın o en boktan, o en kimsesiz, o en çaresiz, o en dibe vurmuş anlarında; hem de o en güçlü, o en kalabalık, o en hükmeden ve o en herkesin ağzından çıkacak tek kelime için yarenlik ettiği anlarında dahi. Tüm bu en güçlü ve en güçsüz anlarında tek sığındığın vicdanının ve Yaradanın olmalı. Bu en güçsüz anında senin sesini içten içe duyacağından ve kimseler yanında olmasa da bu ikisinin hep senin yanında olacağından zerre kadar şüphe duymayarak ve bu en güçlü anında yine bu ikisinin seni insan yapan değerlerden alıkoymasına izin vermeyeceğinden emin olarak. Ve böylesi bir dindarlıkla da gerçek inanan olunabileceğine kanaat getirerek…