8 Mayıs 2012 Salı

Giderek Dindarlaşan ve Muhafazakarlaşan Türkiye’nin Sorumlusu Kim?

Gamze Güngörmüş Kona
Saptama I : “Madem Giderek Yobazlaşıyoruz, Yobazlaştıran Bu İktidara Bu Teveccüh Niye?”
Özellikle AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 tarihinden bu yana kendisini “laik”, “kemalist” olarak tanımlayan kitleler tarafından “laiklik ve Kemalizm tehdit altında” vurgusu sıklıkla gündeme taşındı. Ak Parti hükümetinin dinin siyasal, toplumsal ve bireysel alanlardaki gücünü artırmayı hedefleyen tüm uygulamaları ile bu tezi/saptamayı/endişeyi destekleyici çok yönlü politikalar uyguladığı ve stratejiler geliştirdiği tartışma kabul etmez. Ancak, şu husus da akıllarda hep tutulmalıdır ki herhangi bir  siyasal iktidarın herhangi bir politikasının ya da stratejisinin herhangi bir toplumda siyasal, toplumsal ve bireysel çok katmanlı ve güçlü bir karşılık bulabilmesi o toplumu oluşturan kesimlerin bu politika ya da stratejiye destek vermesi, benimsemesi anlamına gelmektedir. Diğer basit deyişle; Ak Parti hükümetinin 2002 yılından bu yana izlemekte olduğu “dindar”, “muhafazakar” politikalar Türk toplumu tarafından büyük bir teveccühle karşılanmış olacak ki her defasında oy oranını artırarak iktidarını pekiştirmiştir.
Saptama II : Toplumu Giderek Dindarlaştıran İktidar mı, Yoksa Toplumu Bu Kıvama Getiren Pay Sahipleri mi?/ Hangisi Daha Sorumlu?
Saptama I, akıllara ziyan değil de gerçek bir saptama ise, ki somut veriler bu saptamanın gerçek olduğunu gösteriyor, o halde bir diğer saptama da şu olmalıdır : Kemalizmin ve Laikliğin tehdit altında olduğu düşüncesini güçlendiren yegane unsur Ak Parti hükümeti midir? Toplumu bu denli dindar olmaya sevk eden, muhafazakarlaştıran, bilim ve akılcılıktan uzaklaştıran, her daim ve her şey karşısında tevekkül kılan, kolaycılığa sevk eden, bireyselleşmesini engelleyen, kendinden olmayan din ve ırk mensuplarını ötekileştiren kısaca dinin, Allahın, Peygamberin dışında hemen herşeye ve bunları benimsemeyen hemen herkese uzak duran ve kabul etmeyen bu halkın bu hale gelmesinde tek, tek olmasa dahi başlıca kabahatli Ak Parti zihniyeti değil, Ak Parti zihniyetinin/icraatlarının bu denli kolay kabullenilmesini sağlayan toplumsal dokuyu 1923’ten bu yana hazırlamış olan diğer “zanlı” unsurlardır.
Saptama III : İğne Görece Daha Az Suçlulara, Çuvaldız Tam da Kendimize
Yazının ana fikrini de oluşturan III. Saptama kapsamında; giderek dindarlaşan, giderek muhafazakarlaşan, giderek Kemalizm’den ve laiklikten uzaklaşan Türk toplumunun bu kıvama gelmesinde başlıca sorumluluk taşıyan ya da pay sahibi olan unsurlar açıklanacaktır.       
1. Cumhuriyet Dönemi Uygulamaları – Kraldan Çok Kralcılar:
Cumhuriyet reformistleri reformları tek bir seçkinler grubuna bağlı kılarak, tarz olarak otoriter, tepeden inme, halktan kopuk, ve elitist biçimde uyguladılar, sadece halktan tepki aldılar; Reformistler, Kemalizmi ve laikliği bir dünya görüşü olarak değil bir devlet siyaseti olarak dikte ettirmeye çalıştılar; Cumhuriyet reformistleri “halk İslamı”nın başörtüsü, sarık, takke, şalvar, çarşaf gibi görünür sembollerine karşı  mücadele verdiler, sonra da doğal olarak bu geleneksel sembolleri elinden alınan halk reformistlere düşman oldu; İslam dini gibi toplumsal, siyasal ve hukuki, her alana nüfuz etmiş bir yapı Cumhuriyet reformistlerinin yaptığı gibi bir anda al aşağı edilmemeliydi; Reformistler tarafından din, çağdaşlaşma çabaları kapsamında geriletici bir unsur olarak kabul edildi ve hedef seçildi;  Yerine bir alternatif sunulmaksızın din, toplumsal ve siyasal yönden güçsüzleştirilmeye çalışıldı; Cumhuriyet Dönemi’ne dek 600 yıl siyasal, sosyal ve bireysel alanlarda belirleyici olan din, Cumhuriyet Dönemi ile birlikte yerine alternatif sunulmaksızın en arkalara itildi, yerine batıdan alınan yeni değerler manzumesi siyasal ve toplumsal alanlara yedirilmeye çalışıldı; Din yerine kendisine ait olmayan değerler bütünüyle karşılaşan halk ise bu “başkasından yüklenen yapma değerlere” tavır aldı; Cumhuriyet, dine alternatif bir ideolojiyi ancak ekonomik bazlı hür teşebbüs girişimi ile sağlayabilirdi (katolikliği tasfiye etmeksizin protestanlığı sunan Avrupa gibi), yapamadı; Devletin ekonomiye ilişkin egemen tavrı, bir orta sınıf-burjuvazi-yaratamadı; Böylece toplumda din’in haricinde halka bir alternatif ideoloji sunulamadı; Bu en iyi şekilde ekonomik temelli bir alternatif ideoloji ile yapılabilirdi, yapılamadı, din tek ideoloji/belirleyici olarak kaldı. 
2. İslam Dini – Çok Katmanlı Güç:
Din Türkiye’nin muhafazakarlaşmasında suçlu değil, yanlış anlaşılmasın, doğası, niteliği gereği zaten belirleyici ancak kimi, ne zaman ve nasıl belirleyeceği ve güç katacağı ise ancak siyasi iktidarın alacağı  tavır karşısında netlik kazanıyor yoksa hep var ve güçlü; Otoriterleşmesi, yegane belirleyici olması ise iktidarın kendisine sunduğu imkan dahilinde netleşiyor, aynen içinden geçtiğimiz süreçte görüldüğü üzere; Türkiye’ye özgü, siyasi iktidar yönlendirmesinden uzak, sade bir “din” olgusu tahlilinde din için şunlar söylenebilir :  
Müslümanlık, Hristiyanlık gibi uhrevi ve dünyevi kıvamında bir ayırımı bünyesinde barındırmaz, hem vicdanları ilgilendirir, hem siyaseti belirler, hem hukuku tayin eder, hem ekonomik yapıyı şekillendirir, hem de toplumsal dokuya bizzat kıvam kazandırır;  Bizim gibi geleneksel toplumlarda değerine paha biçilmez; Çok yönlü ve aktif hareket alanına sahiptir; Siyasal ideolojiyi belirleyen bir konumdadır; “Toplumsal kılavuz” rolündedir; Şahıslarda bireysel güvenlik hissi yaratır; Bireylerin sosyal statü edinmelerini sağlar; Kıymetli bir sosyal kimlik edinmelerini kolaylaştırır; Aidiyet hissi verir; Hem toplumsal, hem ekonomik, hem hukuki, hem de siyasal işlevleri vardır.  
Hal böyleyken, dinin hem siyasal hem de toplumsal belirleyiciliği kaçınılmazdır. Hele bir de siyasi iktidardan destek görsün, o zaman işte “otoriterleşen din” “otoriter dindarlar” yaratıyor, bu kesimler de Türkiye’nin kaderinde belirleyici konuma yükseliyor. “Otoriter dindar belirleyicilik” ise zamanında kendisini arka plana iten Kemalistlere ve laiklere doğal bir karşı tavır alıyor ve kendisini destekleyenlere arka çıkıyor. Kısaca biri öbürünü görüyor, o öbürü de bir diğerini öteliyor
3. Askeri Burjuvazi – Apoletin Dayanılmaz Çekiciliği:
Marşlarla, törenlerle, heykellerle, kutlamalarla, ezberlerle, milletin başına vura vura sevdirmeye çalıştılar Mustafa Kemal’i, benimsetmeye çalıştılar Kemalizmi, olmadı; “Laiklik, Kemalizm” diye diye kendi ayrıcalıklı zümrelerini yarattılar, yani kısaca ayrıcalıklarını yaratabilmek için laikliği ve Kemalizmi kullandılar, olmadı; Dine ve dindara bir nev’i öcü muamelesi yaptılar, olmadı; Dindarların kamusal ve siyasal alanlarda yer almamasını, evlerinde kendi köşelerinde, kendilerine benzerlerle hem hal olmalarını istediler, olmadı.
4. CHP’li Seçkinler – Boeuf Stroganoff Severler:
Hem Kemalizmi, hem de laikliği sadece kendi sınıflarına ait, bu sınıfın benimsemesi ve taşıması gereken bir olgu olarak gördüler ve inandılar; Kemalizmi ve laikliği toplumun tüm katmanlarına yaymak ve benimsetmek yerine tekelleştirdiler; Kemalizmi ve laikliği eğitim seferberliği ile yaymak ve toplumda oturtmak yerine, halka dikte etmeye çalıştılar; CHP’nin Kemalist ideolojiyi yerleştirip, yaygınlaştırabilmek için dini toplumsal ve siyasal işlevlerinden arındırıp, bireyselleştirme/vicdan bazına indirgeme çabası, halkı dinden arındırma ve dini devlet kontrolüne sokma olarak nitelendirildi bu uygulama ise tepki aldı; Dini tehdit, dindarı hor gördüler; Askerleri taklit ettiler, onlardan direktif aldılar, sözlerinden çıkmadılar; Laikliği ve Kemalizmi kullanarak maalesef kendi ayrıcalıklı sınıflarını yarattılar, aynen askerlerin yaptığı gibi.  
O halde sonuç yerine; dindarlaşma Türkiye’nin kaçınılmaz bir sonu idi, Ak Parti iktidarı sadece bu sonu siyasi uygulamaları ile çabuklaştırdı ve kolaylaştırdı. Asıl, hem bu sonuca ulaşılmada hem de Ak Parti iktidarının işini kolaylaştırmada irdelenmesi gereken unsurlar yani kısaca bu dindarlaşma ve muhafazakarlaşma sürecinin toplum tarafından tereddütsüz ve hatta hevesle karşılanmasını sağlayan temel nedenler farklıdır ve Kemalistlerin/Laiklerin asıl bu temel nedenler üzerinde kafa yormaları rasyoneldir.     

3 Mayıs 2012 Perşembe

Ak Parti Hükümetinin Orta Doğu Politikası : “Yeni Osmanlıcılık mı? “İkinci Özalcılık mı?” “Konjonktür Gereği mi?”

Gamze Güngörmüş Kona
İstisnasız tüm devlet ve hükümet başkanları için dış politikada elde edilen başarılar iç politikada konumlarını pekiştiren ve geleceklerini garanti altına alan, iktidardaki sürelerini uzatan, liderlik uygulamalarını genişleten değerli manevra alanları olagelmiştir.
Özal, Irak’a protestosunu ifade edebilmek amacıyla 1990 yılında Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapattığında Çiller, PKK’nın ABD yönetimi tarafından terör örgütü listesine alınmasını sağladığında, Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği anlaşması imzaladığında; Bülent Ecevit, Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerçekleştirme cesaretini bulduğunda, Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesine vesile olduğunda; Erdoğan Davos Zirvesi’nde Perez’e haddini bildirdiğinde, üyeliğimizi askıya alıp duran Avrupa Birliği üyesi devletlere “müdana etmediğini” gösterdiğinde, İsrail’e resti çektiğinde ve şimdilik son olarak da Orta Doğu’daki “otoriter” rejimleri uzaklaştırmak için canını dişine taktığında, bu paralelde Orta Doğu sokaklarında “özgürlük güvercini” muamelesi gördüğünde ve tüm bu yaşanan süreçlerin hemen ardından dönemin tüm hükümet liderleri bizzat kendileri, ilave olarak da mensup bulundukları siyasi partileri Türk halkı tarafından tereddütsüz taltif edilmişlerdir.
Ak Parti hükümetinin Orta Doğu politikası hareketli başlamıştı. 11 Eylül olaylarının hemen ardından yaşanan Irak müdahalesi bağlamında Mart Tezkeresi’ni reddeden meclis, ABD’nin Irak’a düzenlediği operasyona bizzat katılmamış olsa da Saddam’ı uslanması yönünde ikna edebilmek için hemen tüm Orta Doğu devletlerini ziyaret etmiş ve çeşitli sulh konferanslarının Türkiye’de yapılmasını sağlamıştı. 2000’li yılların hemen başında, iktidara geldikten hemen sonra Ak Parti hükümetinin verdiği ikinci sınav, TBMM 7 Ekim 2003’te ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra Güvenlik Konseyi’nin kararıyla tesis edilen koalisyon güçlerine katılma ve bölgeye önemli miktarda kuvvet gönderme kararını alması, ancak bu kararın, bölge devletlerinin uyarıları ve baskıları neticesinde uygulanmaması olmuştur.
Her ne kadar Türkiye 1 Mart tezkeresini geçirmemiş ve 7 Ekim kararını uygulamamış da olsa, bir batılı gücün ve yandaşlarının büyük ölçüde fiili, küçük ölçekte ise dolaylı müdahaleleri ile bölgenin çatışmaya her daim hazır gerilimli ortamı kanırtılmış oldu. Örneğin, Kuzey Irak bağlamında Türkiye’nin 2007 yılına dek  Kürt Bölgesi’ne yaptığı operasyonlar ABD ve bölge Kürtleri nezdinde hep sorun yaratmıştır.  Kuzey Iark özelinde politik ortam  bu olumsuz hareketliliği yaşarken Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri ve Kuzey Irak ile olan olumlu ekonomik ilişkiler Türkiye’nin ekonomik büyümesine ciddi ölçüde katkı sağladı. Türkiye Orta Doğu devletlerinin yaşadığı her bir iç siyasal gerginlik ya da ekonomik sıkıntının ya da bir Batılı devletin direkt müdahalesi neticesinde maruz kaldığı her bir siyasal karmaşa ve ekonomik yaptırımın ardından hem ilgili devleti hem de ilgili devleti bu türden ekonomik ve siyasi baskıya sürükleyen ilgili dış gücü dengeleme politikası benimsemiş ve çift yönlü uzlaşı zemini hazırlamayı amaçlamış ve bunu da son Suriye örneğine dek gerçekleştirmeyi başarmıştır.
Örneğin; Irak’taki iç karışıklık ortamında Türkiye Şiiler, Sünniler ve aşiret liderleri ile eş zamanlı girişimlerde bulunmuştur. 2006 yılında İsrail’in Lübnan saldırısı ardından hem iç politikada uzlaşma sağlayabilmek hem de Lübnan’da bulunan BM güçlerine katkıda bulunabilmek için somut girişimde bulunmuştur. 2008’de İsrail’in Gazze saldırısı ardından uygulamaya konan Gazze ablukası bağlamında Mısır’ın Gazze sınırını açmada isteksiz olması Türkiye’nin Mısır’a tavır almasına ve Hamas’ı desteklemekten geri durmamasına neden olmuştur. Suriye ile yaşadığı sorundan kısa bir süre önce Türkiye Suriye ile İsrail arasında arabulucu misyon üstlenmek istediğini ifade etmiş, ancak İsrail’in olumsuz tavrı nedeniyle bu isteği gerçekleşmemiştir. Mart 2008-Kasım 2009 tarihleri arasında hem Irak merkezi hükümeti hem de Irak Bölgesel Kürt yönetimi ile ilişkiler, Talabani’nin Türkiye ziyareti ardından ise Davutoğlu’nun Erbil ziyareti neticesinde normalleşme göstermiştir. Yine son dönemde yaşanan Suriye gerginliğinin öncesinde İran ile hem diplomatik hem de ekonomik ilişkiler gayet ümit verici düzeylere ulaşmış, İran’a uygulanmakta olan uluslararası ekonomik ambargonun sürmesine rağmen Türkiye Batılı devletlerin tepkisini çekmeden İran ile ilişkilerini sürdürmeyi başarmıştır.
Hükümetin Orta Doğu politikası genelindeki en radikal sapma; Arap Baharı’nın  başlaması ile görülmüştür. Protestoların niteliği itibarıyla adını Prag Baharı’ndan alan Arap Baharı 18 Aralık 2010’da Tunus’ta bir protestocunun kendisini yakmasıyla başlamıştır. Benzer protestolar daha sonra Mısır, Yemen, Cezayir ve Ürdün’e de atlamıştır. Tunus’ta 23 yıl sonra Zeynel Abidin Bin Ali ve 30 yıl sonra Hüsnü Mübarek görevlerini bırakmak zorunda kalmış, 20 Ekim 2011’de Muammer Kaddafi isyancılar tarafından öldürülmüştür. Diğer tüm Orta Doğu ve Körfez ülkelerinde de benzer nitelikte fakat küçük çapta protesto gösterileri yaşanmış ancak Suriye özelinde olaylar bir türlü dinmemiştir. Ve hükümet iktidara geldiğinden bu yana ilk defa olarak Suriye’deki olaylar özelinde aldığı tavır neticesinde Orta Doğu politikasında oldukça farklı bir politika izlediğini göstermiştir. Hükümet Suriye’deki olaylarla ilişkili olarak 2002 yılından bu yana bir devleti ilgilendiren politik sorunlar karşısında çift taraflı olarak gözetmekte olduğu denge politikasından Suriye aleyhine ve uluslararası toplum leyhine vazgeçmiştir ve bu kararında da ısrarcı olacağını defalarca vurgulamıştır.
Kimi kesimlerce efelenme, cengaverlik, maceraperestlik kimi kesimlerce ise konjonktür gereği olarak nitelendirilen Ak Parti hükümetinin Orta Doğu’daki bu politik tavrı tüm yükselen muhalefete rağmen malesef efelenmekten ve efelenenden müthiş haz duyan, yine malesef cahil cesaretini yaşam biçimi haline getirmiş olan ve “hayır da şer de Allahtan” düsturu doğrultusunda yaşamayı şiar edinmiş olan ve tam da bu nedenle çok nadiren kendi sınırlı yaratıcılığı dahilinde ortaya çıkarabildiği maceraperestliğini monoton hayatının tek renk cümbüşü olarak niteleyen Türk halkı tarafından her zaman kutsanmış, bu tavrı sergilemekten imtina etmeyen liderler ise “delikanlı” ilan edilmiştir.
Tüm bu “delikanlılık” raconu çerçevesinde kimilerince “yeni Osmanlıcılık”, diğer bazıları tarafından da “İkinci Özalcılık” olarak nitelendirilen hükümetin Orta Doğu politikasının siyaseten ve ekonomik açılardan doğru/yerinde olup olmadığı ancak bu tavır sonlandıktan sonra tarihe geçecek somut siyasal ve ekonomik veriler dahilinde ve sonucunda belli olacaktır. Gerçekten uygulanan bu politikanın ardından, siyaseten Türkiye Orta Doğu genelinde, pek çok Orta Doğu ülkesi tarafından bir politik ve ekonomik cazibe merkezi, bir kilit ülke ve bir rol model olarak kabul edilmeye başlanırsa o zaman takdir ve teşekkürleri ifade etmekten gayrısı teferruat olacaktır. Aksi gelişme vukuunda ise hem politik hem de ekonomik saygınlığın zedelenmesi ve geri dönüşü mümküm olmayan sonuçlar bölgede Türkiye’yi kuşatacak ve bahse konu bölgede Türkiye’nin olası politik ve ekonomik hareket alanı oldukça kısıtlanacaktır.
Ancak, unutulmamalıdır ki sınır tanımayan devasa Hitler Nazizmi bir türlü törpülenemeyen şişik egosu yüzünden sonlanmış, Osmanlı İmparatorluğu kontrolsüz yayılmacılık nedeniyle küçülerek dağılmış, Turgut Özal “cengaverliği” ve “delikanlılığı” sonucunda Kuzey Irak’ta ve Orta Asya’da telafisi mümkün olmayan politik ve ekonomik kayıplara neden olmuştur. Temennimiz; tarihten ders çıkarılarak bu türden olumsuzluklara Türkiye’nin bir kez daha maruz bırakılmamasıdır.