1 Haziran 2012 Cuma

Köln'de "Kürt Diasporası" Toplantısı ya da Bir Türlü Öfkesi Dinmeyen Kürt Siyaseti

“Yahu Biz Yanlış Yaptık, En Başta Sarı Öküzü Vermeyecektik…” fıkrası hesabı,
İlk alıştırıldığımız “Kürt” kelimesi oldu,
Ardından “Kürtler”, “Kürt Sorunu”, “Kürt Meselesi”, “Kürt Siyaseti”, Güneydoğu Anadolu’da yaşayan kürt vatandaşlarımız”, “kürtçe kaset”, “kürtçe kursları”, “kürt dili”, “kürt halkı”, “kürtlerin hakları”, “kürtlere özerklik”, “kürdistan”, “kürdistan yerel yönetimi”, “kürdistan özerk bölgesi”, “kürdistan özerk yönetimi”, “öz kuvvetler”, “gerilla” ve daha niceleri. Hep yavaşça alıştı dilimiz, seneler içinde, ağır ağır. Her kabulleniş ve alışma, diğer kabullenişleri beraberinde getirdi. Önceleri sadece siyasi kürsülerden tartışılmaya başlandı, sonra halk arasında, daha sonra STK’lar tarafından, daha daha sonra ise kürtçülerin en uç kanadıyla Türkçülerin en uç kanatları toplantılarda usulca ve nezaketle tartışmaya koyuldu kürt sorununu. Medyadaki rantiyeci sözde Kürtseverler ise kabul alanımızın ve dolayısıyla “mezhebimizin” daha da genişlemesine çanak tuttular, karşılıksız bırakılmayan Kürtçülük çabaları neticesinde. Kürt siyasi partisi sayesinde Kürt meselesine bakışımız “XXXL mezhepli” kıvama geldi, Meclis kürsülerinden, miting mikrofonlarından  Türk hükümetlerine ve Türk Devleti’ne yöneltilen savunu kılıklı hakaretler tüm kanıksama refleksimizi otomatik hale getirdi adeta.
Ben de bu tartışmalara dostların teklifi ve ısrarıyla 2008 yılında müdahil oldum.  Ekopolitik bünyesinde, diyar diyar gezdik, Türk ve Kürtler arasında barış ve birlik tesis etmek, bu işi başaramazsak en azından kamuoyu nezdinde “iyimser bir kulak dolgunluğu” yaratmak hedefiyle. Kürtlerin kendi sorunlarını düzenlediğimiz geniş katılımlı, çok kesimli toplantılarda tartıştık. Sıkıntılarını, taleplerini, hedeflerini raporlar haline getirip, elimizin ulaştığı tüm kesimlere aktardık. Hırçınlıklarını hep acılarına, güvensizliklerini hep yaşadıklarına tahvil ettik, ön yargısız bir iyi niyetle.
Henüz ısınma turlarındayken anlatılan acılar karşısında kullanılan hırçın dili ve öfkeyi tuhaf karşılamıyordum. Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan acılara, sürgünlere, aşağılanmalara, inkar ve asimilasyon politikalarına, dillerinin yasaklanmasına, kimliklerinin yok sayılmasına, kültürlerinin hatta varlıklarının inkar edilmesine tahvil ediyordum. Moda tabirle “empati” kurmaya çalışıyordum bu öfke nöbetleri karşısında. Türk bayrağı karşısındaki tahammülsüzlüklerini, devleti, devletin her yansıyan gölgesi karşısındaki isyankar hallerini, kendilerinden saymadıkları toprağı ve vatanı yadsıyan duruşlarını; hep “neden” ve “acaba”larla gerekçelendirmeye, daha doğrusu kendi vicdanımda hep aklamaya  çalışıyordum. Katıldığım toplantıların sayısı arttıkça, şahit olduğum nefret cümlelerinin sayısı da arttıkça arttı. Her toplantıda adeta karşı tarafın sabrı sınanıyor, “bakalım bunu da kabullenecek mi bu Türk?” kıvamına getiriliyordu iş.  Her kabulleniş ve nezaket ise karşı tarafın limitleri biraz daha zorlamasıyla sonuçlanıyordu. Son kertede olay “Kürt Sorunu”ndan çıkmış “Kürt Özerk Bölgesi”ne dönüşmüştü.
Ekopolitik olarak Köln’de düzenlediğimiz "Türkiye'nin Büyük Çatısı: Avrupa-Almanya Durağı" başlıklı, 26-27 Mayıs 2012 tarihli toplantının Türkiye’de düzenlediğimiz diğer benzer temalı Kürt Sorunu toplantılarından farkı ise Kürt sorununu izah edenlerin Avrupa merkezli oluşu idi. Köln NH Mediapark'taki toplantıda, farklı kimlik gruplarına mensup Türkiye'den 16, Avrupa'dan ise 31 olmak üzere toplamda 46 katılımcı yer aldı. Toplantıda, Avrupa'da yaşayan Kürt kökenlilerin Türk hükümetlerinden beklentileri, özellikle Kürt Sorunu ve Avrupa'da bu sorun çerçevesindeki örgütlenmelerin Türkiye'deki çatışma ortamı ile olan etkileşimi gibi konular masaya yatırıldı.
Kürt siyasi kanadından pek çok yetkili (katılacaklarını bizzat dile getirmiş olmalarına rağmen) ve PKK’ya yakınlığı ile bilinen pek çok sivil kanaat önderi Demokratik (!) Kandil’den icazet alamamış olacaklar ki toplantıya katılamadı. PKK tarafından kara listeye alınmış olan diğerleri de Kandil’in hışmına uğramamak için yine toplantıya katılmadı. Yine de katılanlar katılamayanları hiç aratmadı: Yine acılar üzerine inşaa edilen öfkeli dil tercih edildi, yine Türk Devleti’ne sonu bir türlü gelmeyen suçlamalar yöneltildi, Türklere “faşist” ve “kafatasçı” denildi, “Türk askeri silah bırakmadan PKK şiddete son vermeyecek” vurgusu yapıldı, onca barış girişimine rağmen “hükümet asimilasyon politikalarına devam ediyor” denildi, “TRT 6 değil, ana dilde eğitim istiyoruz” denildi, “TSK bir an önce silah bıraksın, iş kötüye varacak” denildi, “Uludere’yi herhalde hükümet tezgahladı” denildi.   
Bunları dinlerken “ sen öyle durdun mu?” diyenlere : “En başta Sarı Öküzü vermeyecektik” diye hiç geçirmedim içimden, PKK severlerin, Öcalanseverlerin, Kürtçülerin, siyasi rantiyecilerin her hiddeti beni daha çok hiddetlendirse de. Acıların intikam duygusuyla yıkanmasına seyirci kalmayacağım, konuşmaksa konuşacağım, yazmaksa yazacağım ve şişik egoların her iki tarafa da zarar vermeyi sürdüreceğini anlatmaya devam edeceğim.
Beyler; çocuğu ölen Kürt ana Kürtçe ağlamıyor, çocuğunu şehit veren Türk ananın Türkçe ağlamadığı gibi…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder