Ben öyle daimi operaya giden, tiyatro izleyen,
televizyona hiç bakmayan, klasik müzik tutkunu entel-dantel takımından değilim.
O zevatın tercihlerini ve beğenilerini, soğuk ve kendilerinden başka hiç bir
kimseye faydası olmayan “seçkinci kültür”leri belirlerken, benim kişisel
tercihlerimi ve beğenilerimi belirleyen ise dönemsel hedeflerim, dönemsel sevinçlerim
ya da hüzünlerim ve de en önemlisi vicdanım olmuştur. Müge Anlı serüvenim de
işte böyle başladı.
Profesyonel ve sosyal yaşamın içinde fiili olarak yer
alan biri olarak toplumsal çılgınlık düzeyinin her gün hayatın her alanında
ciddi bir tırmanışta olduğunu gözlemliyordum. Kişilerin hoyratlığı,
pervasızlığı, namussuzluğu, kural tanımazlığı, pervasızlığı, yüzsüzlüğü, hak
ihlalleri, topluma ve devlete verdikleri maddi ve manevi zarar, her gün artıyor
ve sinir bozucu hale geliyordu.
Bir arkadaşıma bir sohbet esnasında bu toplumsal
çılgınlık halinden yakındığımda, “sen ne diyorsun, Müge Anlı’yı seyret de gör,
daha neler oluyor, sen ben yapamayız, kasabalı-köylü kesimi aşmış olayı” karşı
yakınışıyla karşılaştım. “Daha kötüsü varsa, bilmeliyim, yazmalıyım” gayesiyle,
sabah derslerimin olmadığı 2 gün, ancak düzenli ve hevesli bir biçimde Müge
Anlı’yı izlemeye başladım.
Gerçekten tablo dehşetti : 3 kuruşa-üç kuruş için adam
öldürenler, komşunun karısına-kızına sarkıp, işi fark eden kocayı-babayı
öldürenler, kızını mahalledeki bir oğlanla görüşüyor diye öldürüp betona
gömenler, 500’lük kontör karşılığı ya da bir ortalama telefon bedeli adamlarla
düşüp-kalkan sözde geleneksel, mahalleden kadınlar, çocuğu olmadığı için en
yakın arkadaşının bebeğini buharlaştıran ve ortalardan kaybolan karı-kocalar,
bir ömür üç kuruş emekli aylığından biriken bir avuç ana-baba parasını bu
ana-babayı öldürerek alıp, diyarı terk eyleyen evlatçıklar, töreye karşı çıktığı
gerekçesiyle intihar süsü verilerek, aileden biri tarafından ortadan kaybedilen
genç kızlar ve kadınlar, ensesti cinsel zevk alma aracı olarak normalleştiren
adamlar, eşeği becerenler ve daha niceleri Cumaları ihmal etmeyen, başı örtülü,
mukabeleleri aksatmayan, din-Allah-kitap uğruna yapmayacakları şey olmayan
adamlar-kadınlar arasından çıkıyordu.
Bu tablo, münferit ve istisnai şahıs ve olaylardan
oluşmadığı için gerçek iman edenleri töhmet altında bırakacağı gibi imanlı
nesiller yetiştirilmesi sürecinde de toplumsal vicdanlarda ciddi engel teşkil
edecektir.
Tam da bu nedenle, mevcut muhafazakar, geleneksel
iktidarın Kur’an kurslarında ders verenleri gözden geçirmesi, vaizleri
hak-hukuk-ahlak konusunda daha yol gösterici olmaya sevk etmesi, yeni açılan
imam-hatiplerde görevli eğitim kadrosunun sadece öğretim değil, toplumsal ahlak
eğitimiyle de donatımını sağlaması, Türk siyasi hareketinde ve toplumsal ilerleme
sürecinde etkin olan ve halkın azımsanmayacak bir kesimi için toplumsal önder
olarak kabul gören cemaat önde gelenlerini sözde iman edenleri gerçek iman
edenlere dönüştürmek için gayret sarf etmeye teşvik etmesi gerekmektedir. Aksi
durumda, bu toplumsal çılgınlık hali bir süre sonra başa çıkılamayacak
boyutlara varacak ve düşünüldüğü gibi toplumu sayısı giderek azalan imansızlar
değil toplumsal yozlaşma felakete sürükleyecektir.
Okuyanlar diyecek ki : “bu kadının amacı dinden mi
soğutmak, hep başı bağlı, Cumasına giden, Allahına-kitabına tutkun adam ve
kadınları namussuz göstermiş, yok mu bunlar arasında imansız, dinsiz, kitapsız?
Ben de derim ki “yok, haşa, hedefim bu ve onlar değil,
asıl hedefim; başını kişisel çıkar uğruna bağlayanlar, dini-kitabı-Allahı
yaptıkları ve yapacakları tüm ahlaksızlıkları perdelemek için ahlaksızca
kullananlar, Cuma namazlarını görüntüyü kurtarmak için aksatmadan ifa edenler,
Allahları, dinleri ve kitaplarıyla övünüp, öte taraftan yemedikleri halt
kalmayanlar, adi menfaatleri için bu üç kutsalın kutsallığını heder edenler”
Tüm bu nedenlerle ve böyle giderse sadece “yaşasın Ahlak
ve Vicdan”...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder